Biz öldük. Ama öldük mü?

Tahir ÖZGÜR

Ben Antakyalıyım.

Altınözü’nün Seferli Köyü’nden.

Kırıkhan’da doğdum.

Çocukluğum orada geçti.

Gündüz Mahallesi’nde.

70’li yıllarda televizyon daha yeni çıkmış.

Mahallede durumu iyi olan bir tek Hava Ablalar var. Kızlarıyla aynı okula gidiyoruz.

Evlerine televizyon aldılar.

Daha biz, “Radyonun içinde insan mı var, 33’lük plaktan bu kadar sen nasıl çıkar” diye düşünürken Hava Abla ile Sabit Abi eve televizyon alıverdiler.

Her gece ama her gece televizyon izlemeye Hava Ablalara gittik.

Hem de nasıl gitmek. Siyah Beyaz televizyonun ekranı kararana kadar.

Bazı geceler utanır gidemezdik.

Hava Abla utandığımızı anlar, kızları Serap veya Semra’yı gönderir bizi çağırırdı.

Bütün mahallenin çocukları sıra sıra dizilirdik evin salonuna.

Hava Abla, içi mandalina dolu bir plastik leğeni önümüze koyardı. Hem mandalina yer televizyon seyrederdik.

Yıllarca bu böyle sürdü gitti. Ne Hava Abla ne de kocası Sabit Abi bir gün olsun yüzünü ekşitmedi.

Bir gün olsun bizi kırmadı, çocuklarından ayırt etmedi.

Benim çocukluğumun kahramanı Hava Abla yok artık.

Göçük altında kaldı ve öldü.

Hava Abla öldü.

Çocukluğum öldü.

Biz öldük.

x x x x x x

Mersin Fotoğraf Derneği ile Antakya’ya gittik. Fotoğraf gezisine. Tabi bir Antakyalı olarak rehber benim.

Birinci gün Uzun Çarşı’yı dolaştık fotoğraflar çektik. Ertesi gün sabah Batıayaz, Hızır Türbesi, Musa Ağacı ve Ermeni Köyü Vakıflı’ya gitmek için erkenden kalktık. Köprübaşı’nda bizi alacak otobüsümüzü beklemeye başladık.

30 kişiyiz. Sabahın körü. Eski Arkeoloji Müzesi’nin duvarının dibinde bir adam. Önünde küçücük bir baskül, insanları tartacak evine ekmek parası götürecek.

Elinde yarım somun ekmek, içerisinde ise biraz tahin helvası.

Mersin Fotoğraf Derneği’nin Eski Başkanları’ndan Şemi Ayatar, “Vayyyy helva ekmek götürüyorsun” diye takıldı.

Adam elindeki yarım ekmeği bize uzattı, “Buyurun birlikte yiyelim” dedi.

Bu kez Şemi Abi, “Yahu yarım ekmek, biz 30 kişiyiz” deyince adam ayağa kalktı ve, “Olanı bölüşürüz. Hepimize yeter” deyiverdi.

O adam da yok artık.

O adamın şehri benim şehrim Antakya’da yok artık.

Biz öldük…

x x x x x x

Yine Antakya’dayız bu kez Zonguldak Fotoğraf Derneği’nden arkadaşlar var. Güzel İnsan Şafak Tortu ve arkadaşları Habib’i Neccar’da fotoğraf çekiyoruz.

Caminin avlusunda hasırların üzerinde oturan adam doğruldu ve, “Nereden geliyorsunuz Bre” dedi.

Ben de, “Ben buralıyım. Altınözü’nden. Arkadaşlar misafirim Zonguldak’tan geliyorlar fotoğrafçılar” dedim.

“Eyi hoş gelmişsiniz. Hava sıcak bura serin oturuyom. Misafirlere ayran içirikmin” dedi.

Ben, “Yok daha yeni geldik” der demez.

“Bak hele haydin gelin şu karşıya gidek benim ev orada orada size ayran içiririm hem de o sokaklarda fotoğraf çekersiniz” dedi.

“Yok zahmet vermeyelim” falan demeye kalmadan ayağa kalktı. “Gelin benimle. Bak gelmezseniz mabalım günahım boynunuza” dedi. Düştük peşine. Daldık Antakya’nın dar sokaklarına, giderken bir bakkala uğradı. Bir çingil yoğurt aldı. Sonra hep birlikte evine gitti. Evinin avlusunda oturduk. Her halinden bir gariban evi olduğu o kadar belli ki. Hepimize tek tek ayran ikram etti.

O adamın evide yıkılmış.

Antakya yıkılmış.

Biz yıkılmışız.

x x x x x x

Antakya Uzunçarşı’dayız.

Mersin’in tanınmış simalarından güzel insan, şimdi meleklerin yoldaşı olan Yılgör Efe ile birlikte.

Sabah erkenden biberli ekmek ile kahvaltı edeceğiz, simiti tuza, kimyona basıp yiyeceğiz.

Yılgör Abi’de alışveriş yapacak. Bir dükkanın önünde durduk, “Sürki kaça” diye sordu. Dükkan sahibi fiyatı söyledi.

Yılgör Abi bu kez bitişikte ki dükkana girdi, “Sürki kaça” diye ona da sordu, Dükkan sahibi “Komşum da daha ucuz ondan al” deyiverdi.

Yılgör Abi dönüp bana baktı.

Şimdi bu koca gönüllü insanların ekmek teknesi tarihi Uzunçarşı’da yok.

Antakya simitinin tuz ve kimyona basılıp yendiği, biberli emeğin arasına öcceyi katık ettiğimiz, her garibanın parası olsun olmasın karnını mutlaka ama mutlaka doyurduğu, hiç kimsenin aç çıkmadığı Uzunçarşı yok.

Bana binlerce kilometre öteye bile tuzlu yoğurt, sürki gönderen Selim’den haber bile alamıyorum.

Yurt dışına taşımacılık yapan tanıdık tır şoförlerini bulup bana nar ekşisi, biber salçası gönderen Uzunçarşı esnafı yok artık.

Uzunçarşı yerle bir oldu.

Biz yerle bir olduk.

x x x x x x

Affan Sokakları’ndayız. Kalabalık bir grup yine, arkadaşlar gelmiş. Antakya’da bizim evlerimizin ortasında avlular vardır. Hava güzel olduğu zaman biz orada yaşarız. Kapımızı da hiç kapatmayız. Bir baktımarkadaşlar kapı aralığında yer sofrasında yemek yiyenlere bakıyorlar. “Gelin gelin “ dedim. Kapıyı ittim ve içeri girdim. Bütün ev halkı sofradan kalktı. Herkes, “Ne işiniz var kardeşim” diyecek sanırken evin annesi, “ Buyurun sofraya” deyiverdi. İlk sözü bu oldu. “Buyurun Sofraya”

Şimdi tam hatırlamıyorum galiba Nadir Özsoy bana dönerek, “Niye geldiniz, diye sormadan sofraya buyur ediyorlar bunlar insanı” dedi.

Büyük bir ihtimalle o kadın ve aile de yaşamıyordur şimdi. Çünkü o mahalle tamamen yıkıldı, insanlar halen cenazelerine ulaşamıyorlar.

x x x x x x

Nice anılarımız yaşanmışlıklarımız var Antakya’da.

Her sabah okula giderken kilisinin bahçesinden geçerdim ben. Çünkü yol kısalırdı. Benim okul yolumu kısaltan o kilise de yok şimdi.

Can Adam Haron Cemal’e uğrardım her gittiğimde, Sinagok’a gider huzur dolu sohbetler yapardık. Sonra da İpekçi Yılmaz’ın orada laflardık.

Affan Kahvesi’ne gider Haytalı yer, tavla oynar, ihtiyarları kızdırırdık.

Hızır olurduk, Musa olurduk, Mustafa olurduk, yoldaş olurduk.

O nedenle hep başka olurduk biz.

Ne kaldı geriye.

Bizi böyle yetiştirenler yok artık.

Ben olduğum Antakya yok artık.

Sadece bir şehir değil yok olan.

Yok olan o kadar çok şey var ki.

Biz Antakyayız

Biz öldük.

Biz öldük mü?