Bir ekonomi gazetesinde; TÜİK verilerine göre 2022 yılında dış ticaret açığının % 138,5 artarak 46,2 milyar dolardan 110,2 milyar dolara yükseldiği şeklindeki haberi görünce irkildiğimi söyleyerek yazıma başlamak istiyorum. Dış ticaret açığının bu kadar büyümesi, ilk önce dövize olan talebi artıracağı, artan talebin turizm, döviz kazandıran faaliyetler, müteahhitlik hizmetleri ve doğrudan yatırımlar ile karşılanamaz ise kurları yükselteceği, bu durumun da zaten oldukça sıkıntılı olan ekonomimizin, daha da sıkıntılı bir döneme girmesine neden olacağı bilimsel bir gerçektir.
Bu durumun oluşmasında; kur korumalı mevduat, T.C. Merkez Bankası’nın direkt veya endirekt yöntemle düşük kurlardan döviz satımı ve net hata noksan(kaynağı belirsiz döviz girişi) uygulaması ile döviz kurlarının “yapay olarak düşük” tutulmasının etkili olduğu görülmektedir. Üretici enflasyonun TÜİK verilerine göre % 97,2 artması üretim maliyetlerini yükseltmiş, ihracatçı zorunlu olarak mal ve hizmet fiyatlarını artırmak zorunda kalmıştır. Aynı dönemde döviz kurlarının sabit kalması, Türk İhracatçısının mal ve hizmet fiyatlarının rakiplerine göre daha pahalı kalmasına neden olmuş, ihracat imkanını daraltmıştır. Buna karşın, ithal malların fiyatları ucuzlamış, ithalat tutarı ihracat tutarını oldukça aşmıştır. Bu hatalı uygulama sonucunda, 2022 yılında ihracat 254,2 milyar dolar, ithalat ise 364,4 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.
2022 yılında durum böyle olmakla birlikte, dış ticaret açığının temel nedeninin, ihtiyacımız olan mal ve hizmetlerin veya üretimde kullanılan hammadde, yardımcı madde, enerji ve teknolojinin yeterince yurt içinde üretilememesinden meydana geldiğinin ortaya konulması gerekir. Yani, üretim yetersizliği açığın bir numaralı sebebidir. Ülkemiz bu tespitin en tipik örneğidir. Çünkü, tekstil, zeytin, narenciye, çay, fındık, incir gibi ürünler dışında, eldivenden merdivene, her türlü mal veya hizmette ülkemizin “net ithalatçı” konumunda olduğu “acı” bir hakikattir.
Öyle ise öncelikle Türkiye ekonomisinin, “ithal malların tüketimine” dayalı yapısının, “üretime” ve “ihracata” dayalı hale dönüştürülmesi gerekir. Bunun yolunun, ülkemizin tüm kaynaklarının “üreticilere” yönlendirilmesinden geçtiği bir sır değildir. Ne yazık ki, ülkemiz bu konuda çok kötü bir durumdadır. Türkiye’nin kaynakları üretici olmayan dini ve siyasi gruplara, ihtiyaç sıralamasında yeri tartışmalı olan havaalanı, yol ve köprülere, daha da kötüsü genel yönetim birimlerinin gereksiz lüks harcamalarına aktarılmaktadır.
Üretim ekonomisinin alternatifi yoktur. Üretmeden tüketmek önce borçlanmayı, ardından eldeki varlıkları haraç-mezat satmayı, daha sonra fakirleşmeyi, en nihayetinde yok oluşu getirir. Dünya tarihi bu sonu yaşayan milletlerle doludur. Dış ticaret açığını turizm gelirleri, doğrudan yatırımlar, uzun vadeli düşük faizli kredilerle kapatalım düşünce yanıltıcıdır. Başlangıçta, birkaç yıl dış ticaret açığının yıkıcı etkisi, bir önceki satırdaki gelirlerle azaltılsa da, uzun vadede bunu sürdürmek mümkün değildir. Zaten, dünyadaki gelişmiş müreffeh ülkelerin aynı zamanda dış ticaret fazlası veren ülkeler olması bu tezimi kanıtlamaktadır.
Saygılarımla,