Türkler tarih boyunca devlet kurduklarında, kendilerini sembolize eden işaretlerler kullanmışlardır. Bunlardan birisi de “kurucu liderin” kabartmasını da üzerinde taşıyan paralardır. Bayrak seçimi, hutbe okutulması, hükümranlık sembolü olan Tuğ’un belirlenmesini, para basılması takip eder. Para devleti temsil eden en önemli sembollerden birisidir. “Milli ve manevi” değerlere önem verdiklerini her ortamda tekrar edenlerin, bunu bilmesi, buna göre hareket etmesi, paranın değerini korumanın en öncelikli görevlerden olduğunun farkına varması gerekir. Nitekim, bu bilince sahip, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, 1930 yılında Türk Lirasının Değerini Koruma Kanunu’nu çıkarmışlardır. Bu kanunla amaçlanan, devletimizin “itibarı olan “milli parası Türk Lirasının” değerini muhafaza etmek, zaman içerisinde mümkün ise artırmaktır.
Paranın değerinin yalnızca yasa çıkarmakla korunamayacağını, ülkenin parasının itibarını üretim gücünün, insanların eğitim seviyesinin ve sosyal hayatın çağdaş değerlere sahipliğinin belirlediğini bilen Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları, üretim, eğitim, sanat ve sosyal hayatımızda bu gün dahi gıpta ile baktığımız devrim niteliğindeki değişikliklere imza atmışlardır. Tarımda ve hayvancılıkta “kara sabana”, hayvan ve insan gücüne dayalı üretim yöntemi yerine, traktör ve modern ekipman kullanımı yaygınlaştırılmış, verimi düşük yerli tohumların ve hayvan ırklarının ıslah edilmesi, sulama imkanlarının geliştirilmesi, verimi artıran gübre kullanımı ve zararlı haşerelerle mücadele edilerek, modern tarıma ve hayvancılığa geçilmeye başlanmıştır. T.C. Ziraat Bankası uzun vadeli ucuz kredilerle bu çabaları desteklemiştir. Daha da ileri gidilerek, her kese örnek olacak şekilde “devlet üretme çiftlikleri” kurulmuştur.
Tarımda devrim niteliğindeki değişiklikleri eğitim alanında yapılanlar takip etmiştir. Akılcı düşünmeyi engelleyen, sorgulama yerine kendisine söyleyen her şeyi kayıtsız şartsız kabullenen, araştırmayan, buluş, keşif ve icat yapmayı adeta haram sayan “medrese eğitim anlayışı” terk edilerek, düşünen, sorgulayan, araştıran, bireysel yetenekleri keşif ederek geliştiren, icat ve buluşlara önem veren eğitim modeli hayata geçirilmiştir. Eğitim ile üretim birleştirilmiş, şeker, dokuma, ayakkabı, sigara, un, yağ, fabrikaları gibi burada saymakla bitiremeyeceğimiz üretim tesisleri kurulmuştur. Madenciliğe özel önem verilmiş, Osmanlı Devleti döneminde yabancılara yok pahasına satılan demir ve kömür yatakları millileştirilmiş, bunların işletilmesi, ocakların modernize edilmesi, yeni maden yataklarının bulunması için ETİBANK tesis edilmiştir. Bu çabaların sonucu ekonomiye olumlu yansımış, Türk Lirası 1,20 A.B.D dolarına kadar yükselmiştir. Aynı şekilde Türk Lirası Avrupa ülkelerinin paralarının hepsinden daha değerli hale gelmiştir.
Tek şansızlık ATATÜRK’ün erken yaşta hastalanarak aramızdan ayrılmasıdır. Kurtuluş mücadelesinde yanında olan, Türkiye Cumhuriyeti’ni birlikte kurduğu arkadaşları, başlayan aydınlanma ve üretim çabalarını ne yazık ki devam ettirmemişlerdir. 1950 yılından itibaren okuma, öğrenme, araştırma, çalışma, icat ve keşif yapma, üretme, bunun yerine dışarıdan satın al, borçlan şeklinde özetlenebilen “ezeli hastalığımız” nüksetmiş veya ettirilmiştir. Bu gün de aynı hastalığın pençesinde kıvranan ülkemizin “milli parası” olan Türk Lirası, doğal olarak dünyanın en değersiz para birimleri arasına girmiştir.
Aslında yapılması gerekenler bellidir. İnsanlarımızın eğitim seviyesini, akılcı düşünen, okuyan, sorgulayan, araştıran, keşif, icat ve buluş yapabilen seviyeye yükseltmek, ihtiyacımız olan mal hizmetleri ülkemizde “yerli ve milli” olarak üretmek, hukuk ve demokrasimizi Avrupa Birliği standartlarına ulaştırmaktır. Bunların başarılması halinde devletimizin en önemli sembollerinden birisi olan Türk Liramız, hak ettiği değere, yani itibara, insanlarımız ise refaha kavuşacaklardır.
Saygılarımla,