Türkiye’nin ekonomik gelişmesini Avrupa ve Amerika düzeyine çıkarmasının önündeki en önemli engellerden birisi, yurt içi tasarruf oranının düşük, tasarruf miktarının yetersiz oluşudur. Ülkemiz insanı elde ettiği gelirin tamamına yakınını günlük tüketim harcamalarına ayırmakta, tasarruf ve yatırım için para bulamamaktadır. Birikimi bulunan az sayıda insanımızın yatırım tercihleri ise vadeli mevduat, altın, döviz, ev ve araba şeklinde sıralanmaktadır. Ortak iş yapma kültürünün yok denecek kadar az olması nedeniyle, şirketlere ortak olma düşüncesi pek yerleşmemiştir. Mevcut şirketlerimizin ortaklık yapısı, baba, anne, kardeşler ve nadire bir ya da iki yakın arkadaş şeklindedir.

Durum böyle olunca, devletimiz ve şirketlerimiz yatırım, üretim ve istihdam için yeterli “öz kaynak” bulamakta zorlanmaktadır. Yurt içindeki bankalarda, kredi şeklinde verilen “yabancı kaynaklar” ise oldukça yetersiz, kısa vadeli ve çok yüksek faizlidir. Kalkınma, gelişme ve refah için gerek altyapıya, gerek üst yapıya ve gerekse teknolojiye milyar dolarları bulan yatırımlar yapılması gerekmektedir. Bu tür yatırımların olumlu etkisi uzun yıllar sonra ortaya çıktığından, bunların finansmanının da uzun vadeli ve düşük faizli olması doğası gereğidir. Büyüme, kalkınma ve refahı sağlayacak yatırımlar için gerekli kaynağı yurt içinde bulamayan Türkiye, ihtiyaç duyduğu parayı yurt dışında aramaktadır.

Bu paranın bu güne kadar yapıldığı gibi kredi (borç) olarak değil, havaalanı, yol, köprü, baraj ve üretim tesisleri (fabrika) yapımı (doğrudan yatırım) şeklinde ülkemize gelmesi en ideal olanıdır. Değinilen yatırımlar için gelecek olan “yabancı sermaye”, ilk etapta “döviz girişi” sağlayacak, döviz arz/talep dengesini kuracak, döviz açığı nedeniyle ekonominin genel dengesini bozacak şekilde artan kurları dengeleyecektir. Yatırımlara başlanılmasıyla birlikte, ülkemizin uzun yıllardır süregelen ve günümüzde acil çözüm bekleyen işsizlik sorunu çözüm yoluna girecektir. Tamamlanan yatırımlar üretim artışını, cari açığın azalmasını, vergi gelirlerinin artmasını, bütçe denkliğini ve enflasyonun düşüşünü beraberinde getirecektir.

Türkiye yukarıdaki paragraflarda özetlenen, ülkemize büyüme, gelişme ve refah artışı getirecek doğrudan yatırım yapacak yabancı sermayeyi yeterli miktarda çekememektedir. Bunun nedenlerini iyi tahlil etmek gerekir. Bu konuda başarılı olan A.B.D, Çin, Almanya, İngiltere, Fransa, Güney Kore gibi ülkelerin uygulamalarına bakıldığında, ihtiyaç duyulan alt yapı tesisleri ile yatırım yapılması istenen sektörlerin belirlendiği,  “hukukun üstünlüğüne” dayalı yargı sisteminin, liberal ekonominin, para ve sermaye piyasasının, yurt içinde siyasi ve ekonomik istikrarın, komşu ülkelerle iyi ilişkilerin ve yeterli teşvik sisteminin kurulduğu görülecektir.

Ülkemiz bulunduğu coğrafya itibariyle doğrudan yatırımları çekme potansiyeline sahiptir. Temel sorun bir önceki paragrafta değinilen şartların oluşturulamamasıdır. Gerekçe olarak ileri sürülen dini ve milli gerekçelerle yabancı sermayenin gelmediği şeklindeki söylemler doğru değildir. Sermayenin dini, rengi olmaz, güvenli bulduğu, kar edeceği yerlere gelir. Bizlerin hukuki ve ekonomik sistemi doğru kurduğumuzda, yabancı sermayeden korkmamıza gerek yoktur. Yatırım amacıyla gelen yabancı sermayenin alternatifi, dışarıdan yüksek faiz oranıyla borçlanmaktır. Osmanlı Devleti dönemi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin 1950 yılından başlayarak günümüze değin izlediği bu yöntemin, nelere sebep olduğu ise ortadadır.

 

Saygılarımla,